
NÂ’İLÎ GAZELLERİ
SÖYLEDÜB NÂZ İLE
Söyledüb nâz ile ruhsârını gül gül mi eder
Bilmezüz gül mi eder mey seni bülbül mi eder
Süsülüb nîm kadeh bâde ile meclisde
Yoksa mestâne gözün kasd-ı tegaafül mi eder
Dağıdur kendüyi bir âh ile zülfünden gönül
Rind-î âvâre-reviş fıkr-i tecemmül mi eder
Cana âşık nice dağ ursun o sevdâ-geri-i nâz
Gevher-i can-geh-i hicrana tahammül mi eder
Bûy-ı zülfin ki ala havsala-i bâd-ı Bihişt
Şiken-i turra-i havraya tenezzül mi eder
Nâ’ilî hâtıra-i bîm-i kazâ yok bizde
Rind-i agâh bu manâda te’emmülmi eder
Günümüz Türkçesiyle:
1. Naz ile söyletip de yanaklarını gül gül mü eder? Bilmeyiz, şarap seni gül mü eder (yoksa) bülbül mü eder?
2. İçki meclisinde yarım kadeh şarapla (hemen) süzülmeye başlar. Yoksa sarhoş gözün, âşığın durumunu bilmezlikten gelme kasdıyla mı böyle yapar?
3.Gönül, bir âh ile, senin zülfünde kendini dağıtır (zülfün gibi dağınık, perişan olur). Yolu yordamı, âdeti avarelik olan rind, (acaba) süslenme (güzel görünme) düşüncesinde midir de böyle yapar?
4. Âşık cana (kendi canına) nasıl dâğ vursun? O nâz secdâ-geri (tüccarı), ayrılığın can azaltıcı cevherine tahammül mü edebilir? (O yükü taşıyabilir mi?)
5. Cennet rüzgârının havlası (koku alma merkezi) zülfünün kokusunu aldıktan sonra, Cennet hurilerinin turralarındaki (alna dökülen saçlarındaki) kıvrımlara tenezzül mü eder.
6. Ey Nailî! Bizde, geçmişte, Allah’ı kazasında korkma şeklinde hatırlanan bir şey yok, Agâh (bilgili, uyanık) olan (bir) rind, bu ma’nâda (hiç) düşünür mü? (Tanrı kazasından korkmanın boşuna olduğunu, ondan kaçınılmayacağını bilmez mi?)
*
SÎNE GÜLZÂR-I MAHABBET NÂLE
Sîne gülzâr-ı mahabbet nâle bülbüldür bana
Vakt-i dâğ-efrûzi-i dil mevsim-i güldür bana
Cünbişinden dâğ-ber dildir gazâlan-ı Huten
Nâfe-rîz-i kâm ü hâhiş kim o kâküldür bana
Hissedâr eyler şemîminden dili hengâm-ı âh
Fikret-i zülfün ki her dem tâze sünbüldür bana
Zûr-ı bâzû-yı nigâhım dest-bürd-i işvedir
Çâk-rîz-i ceyb ü dâmân-ı tahammüldür bana
Nâ’ilî i’caz-ı nutkumdur ki eyler ter-zeban
Hâme kim şem’-i şebistân-ı tahayyüldür bana
Aruz kalıbı: fâilâtün / fâilâtün/ fâilâtün / fâilün
*
BÎGÂNE-İ MAHABBETİN OLMAZ GAM-ÂŞİNÂ
Bîgâne-i mahabbetin olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşinâ
Kûyun ki Kâbe-i dil ü candır olur mu hîç
Leb-teşne-i zülâl-i gamın Zemzem-âşinâ
Sûr-ı safâ-yı vuslata olmaz firîfte
Halvet-güzîn-i ışkın olan mâtem-âşinâ
Ermez mi Nâ’ilî dem-i subh-ı inâyete
Olmaz mı goncezâr-ı emel şebnem-âşinâ
Aruz kalıbı: mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
*
ŞÂDİ-İ VUSLAT NİÇİN TAHMÎL-İ NÂZ EYLER BANA
Şâdi-i vuslat niçin tahmîl-i nâz eyler bana
Rind-i şâdî-düşmenim ben gam niyâz eyler bana
Nâ ümîd ol haste-i can-der gülûyum kim kazâ
Baht-ı bîmârı tabîb-i çâre-sâz eyler bana
Bir dil-i bî tâb ile bin gamzeye âmâdeyim
Ey deyen hükm-i kazâdan ihtirâz eyler bana
Baht-ı pür âzârın eylerse telâfîsin yine
İltifât-ı gamze-i hâtır-nüvâz eyler bana
Eylemem mazmûnuna Cibrîl’i mahrem Nâ’ilî
Gamzeler kim fitneden ifşâ-yi râz eyler bana
Aruz kalıbı: fâilâtün / fâilâtün/ fâilâtün / fâilün
*
ŞARÂB-I NÂB GETİRDİKÇE NÎM HÂB SANA
Şarâb-ı nâb getirdikçe nîm hâb sana
Tutar elinde kadeh mâh u âftâb sana
Hezâr pâre dile leblerinden et sâki
Eğer düşerse nemek-rîzi-i kebâb sana
Muhâldir eser ol çeşm-i ser-girâna hemen
Hamîr-i mâye-i nâz olmasın şarâb sana
Bir olsa zerre-i mirrîh ile dil-i Behrâm
Yine getirmiyeler bir nigâha tâb sana
Nigâh-ı mestin ile bildi âşinâ idüğün
Bakınca Nâ’ilî-i hânüman-harâb sana
Aruz kalıbı: mefâilün feilâtün mefâilün feilün
*
DÖNDÜRÜP HER GÜLÜ BİR AHKER-İ SÛZÂNA SABÂ
Döndürüp her gülü bir ahker-i sûzâna sabâ
Dağlar yaktı dil-i bülbül-i nâlâna sabâ
Şâh-ı nevrûzdan oldu yine mülk-i çemene
Gonce tûmarının îsâline pervâne sabâ
Nâ şekîbâyi-i bülbül nola efzûn olsa
Söyledi derdini gûş-ı güle mestâne sabâ
Dokunur dillere yârin ser-i giysûsunda
Turra-i sünbüle gâhî ki urur şâne sabâ
Nâ’ilî sâhâ-i ber sünbül-i firdevse döner
Bûy-ı zülfün getirse harem-i câna sabâ
Aruz kalıbı: feilâtün feilâtün feilâtün feilün
*
CİHÂNI ETMEĞE BİR LÂHZADA HARÂB SANA
Cihânı etmeğe bir lâhzada harâb sana
Yeter o nerkis-i mahmûr-ı nîm hâb sana
Hazer gurûrdan ey âftâb-ı behcet kim
Zamân ola gele her zerreden hicâb sana
Yeter harâbi-i rindâna bir nigeh sâki
Giran gelirse eğer câm-ı pür şarâb sana
Düşerdi manzara-i çâr-tâk-ı nahvetten
Bu hüsn ile nazar etseydi âftâb sana
Nedir bu feyz-i sirâyet ki sâkıyâ vermiş
Lebin şarâba letâfet şarâb-ı nâb sana
Selâm-ı Nâ’ilî-i zârdan mı incindin
Nedendir ey ham-ı ebrû bu pîç ü tâb sana
Aruz kalıbı: mefâilün feilâtün mefâilün feilün
*
SEN VERİBSİN ÂRİYET BU CÂN-I MAHZÛNI BANA
Sen veribsin âriyet bu cân-ı mahzûnı bana
Senden ayrılmak heman ölmektir ey hûnî bana
Gösterir ser-geşte hâl-i vâdi-i hayret henûz
Girdibâd-ı deşt ü sahrâ rûh-ı Mecnûn’ı bana
Ben özümden bîhaber mecnûn iken verdi hırâş
Akl edip şâgird-i nâ kabil Felâtûn’u bana
İ’tibâr etme revâc-ı kâr için bercîs-i çerh
Çeşmine derse sen öğrettin bu efsûnu bana
Nâ’ilî sağım bu hasrettir ki âhım gösterir
Reng-i hâküsterde pâ ber câ bu gerdûnu bana
Aruz kalıbı: fâilâtün / fâilâtün/ fâilâtün / fâilün
*
KÂKÜLLERİN Kİ ÇÎN-İ CEBÎN ÜZRE BULDU TÂB
Kâküllerin ki çîn-i cebîn üzre buldu tâb
Gösterdi cezr ü meddini deryâ-yı ızdırâb
Dünyâya berk-ı tiyg-ı nigâhınla tâb ver
Düşsün sipâh-ı fitneye teb-lerze-i itâb
Âlem harâb olur nigehinden ki eylese
Ser-cûş-ı câm-ı işve şikest-i humâr-ı hâb
Deyr-i cihanda bir sanem-i şîve-gâr ile
Zünnâr-bend-i ışk olalı hâlimiz harâb
Fart-ı hücûm-ı nârdan ol şûha Nâ’ilî
Reng-i şarâb-ı işve olur perde-i hicâb
Aruz kalıbı: mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
*
SÜMÛM-I BÂDİYE YE’S OLUR ŞEMÎM-İ TÂB
Sümûm-ı bâdiye ye’s olur şemîm-i tâb
Riyâz-ı bahtıma olsa vezan nesîm-i tarab
Garîb-i şehr ü diyâr-ı mahabbetin bir olur
Yanında külhan-ı gam gülşen-i naîm-i tarab
O kıblegâh-ı temennânın eyler olmağa nâz
Gedâ-yı kûyu tavâf-âver-i naîm-i tarab
Tegafüliyle eder güft ü gûy-ı rûhânî
Gamiyle ülfet eden olsa da nedîm-i tarab
Olur mezak-ı hakîkatte Nâ’ilî hem-reng
Humâr-ı derd ü keder neşve-i amîm-i tarab
Aruz kalıbı: mefâilün feilâtün mefâilün feilün
*
DİL-İ ZÂRI HASTE KILDI NE YAMAN NEZÂREDÜR BU
Dil-i zârı haste kıldı ne yaman nezâredür bu
Şeb-i gamda koydu hâlün ne siyâh sitâredür bu
Açılub gül-i terinden mey içerdi sâgarından
Ele al ki hanceründen dil-i pâre pâredür bu
O periyi âh-ı şeb-gîr ede câme-hâbâ teshîr
Olunur mu lûtfu ta’bir ne hoş istihâredür bu
Felekaa dokuz sefînen güm eder habâb-veş dil
Hazer eyle cünbişinden yem-i bî-kenâredür bu
Der imiş görüb ol âfet bu tahammülüm cefâya
Dil-i Nâ’ilî değüldür kopa seng-i hâredür bu
*
GÜL HÂRA DÜŞTÜ SÎNE-FİGÂR OLDU ANDELÎB
Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb
Şehnâme-hânlık eyledi Keyhusrev-i güle
Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb
Feryâda başladı yine her perri hârdan
Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb
Gül gördü pâre pâre ciger gonca gark-ı hûn
Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb
Ey Nâ’ilî vedâ’-ı gül ü bâğ u râğ idüp
Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb
Aruz kalıbı: mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
*
Günümüz Türkçesiyle:
1.Gül dikene düştü, bülbülün göğsü yaralandı. Bülbül bir dikene bir de güle baktı ve sonra ağladı.
2.Bülbül, gül Keyhüsrevi’ne Şehname okudu. Baharın yeşilliğini hikaye etti.
3.Bülbülün her kanadı dikenler yüzünden feryada başladı. Bülbül, güle divan okurken bin parça oldu.
4.Gül, goncanın ciğer gibi parça parça olup kana boğulduğunu gördü. Bülbül diken hançerinin açtığı yaradan memnun oldu.
5.Ey Naili, Bülbül güle, bağa, bahçeye veda edip sevgiliden, yurdundan ve ülkesinden uzaklaştı.
*

1.O şûhu bâğda gördüm şüküfte-rû tâze
Elinde bir gül açılmış o tâze bu tâze
2. Biziz o mest-temâşâ ki la’l-i sâkîden
Gönülde neş’e-i sahbâ sebû sebû tâze
Vezni: Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fa’lün)
Günümüz Türkçesi
1. O güzeli bahçede, yüzü açık ve taze gördüm; elinde açılmış vardı; gül de taze, kendisi de taze idi.
2. Biz o seyir sarhoşuyuz ki, sakinin kırmızı dudağına baka gönülde şarabın neşesi testiler dolusu taze durmaktadır.
İzahlar:
1. Şüküfte-rû: (f. St.) Yüzü açık.
Bağda kelimesinin bağ hecesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak surette uzatarak okumak lâzımdır.
2. Mest-i temâşâ: (f. is. t.) Bakma, seyretme sarhoşu; seyretmekten sarhoş olmuş olan.
Lâ’l-i sâkî: (f. is. t.) Sakinin dudağı.
Neş’e-i sahbâ: (f. is. t.) Şarap neşesi; şaraptan duyulan neşe.
III
1. Gülzârdan ol şûh-i dil-ârâ ile geçtik
Güyâ ki nesîmiz gül-i ra’nâ ile geçtik
2. Dil verdiğimiz yâra nigâh-i gazabından
Tasrîhe mecâl olmadı imâ ile geçtik
3. Mestâne nükuş-l suver-i âleme baktık
Her birini bir özge temâşa ile geçtik
Vezni: Mefülü Mefâilü Mefâilün Faûlün
Günümüz Türkçesi
1. Gül bahçesinden o gönül alan sarışın çapkınla beraber geçtik. Bana öyle geldi ki, sanki ben hafif bir esintiymişim de, ‘gül-i rânâ” ile birlikte, onun kokusu ile dolu olarak esmişim…
2. Sevgiliye gönül verdiğimizi, onun öfkeli bakışından dolayı, açıkça söylemeğe kuvvet, cesaret bulamayarak, işaretle, gizli kapaklı anlatıp geçtik.
3. Kendimizden geçmiş bir halde, alacalı dünya manzaralarına ve hallerine baktık; onların her birini bir başka türlü seyredip, her birinde bir başka şey görüp geçtik.
İzahlar:
1.Dil-ârâ: (f. st) Gönlü süsleyen, gönlün zineti olan; sevimli.
Şûh-i dil-ârâ: (f. s. t.) Gönlün zineti olan güzel; sevimli güzel.
Şûh kelimesi, hareketlerinde serbest, şen, oynamak manasında bir sıfat ise de bu vasıfları taşıyan güzellere alem olarak, isim gibi de kullanılır.
Gül-i ra’nâ: (f. s. t.) Ra’nâ, güzel demek olduğuna göre, bu terkibin manası “güzel gül”dir Fakat gül-i ra’na, yarısı kırmızı ve renkte olan bir nevi gülün adı olarak kullanılır.
Bu beyitte gülzârdan kelimesinin zâr hecesini, vezinde bir kapalı bir açık hece karşılığı olacak tarzda uzatarak okumalı
2. Dil verdiğimiz; dil verdiğimizi, gönül verdiğimizi demektir.
Nigâh-i gazab: (f. is. t.) Kızgınlık bakışı; kızgınlık ifade eden bakış; öfkeli bakış.
3. Mestâne; mestçesine, sarhoş bir halde, kendinden geçmiş olarak demektir. Bu kelime burada, kendi hayal ve duyuş dünyasında yaşayan ve gerçek âlemde mevcut olan şeyleri, hayalinin adesesi arkasından seyrettiği için, dumanlı gören şairin halini ifade etmektedir.
Suver-i âlem: (f. is. t.) Âlemin suretleri; mevcudatın görünüşleri; dünya manzaraları ve halleri.
Nükuş-i suver-i âlem: (Zincirleme f. is. t.) Dünya suretlerinin nakışları; dünya manzaralarıyla hallerinin alacalı şekilleri ve tezahürleri.
(“Gülzârdan ol şuh-ı dilârâ ile geçtik”
“Gûyâ ki nesîmiz gül-i rânâ ile geçtik”
Mesut Nâilî, ömrünün acılığını ne zengin yalanlarla avutuyordu. Bütün ihtiraslarına rağmen divanında sık sık yoksulluktan ve devrin cefasından şikâyetlere tesadüf edilir. Belli ki hayat ona pek gülmüyordu.
Bununla beraber:
“Gûyâ ki nesîmiz gül-i rana ile geçtik”
mısraını okurken, onun bütün ömrünü bir masal bahçesinde geçmiş farz edebiliriz.
Bu gazelde, Nâilî’nin, saf şiire en iyi numune sayılabilecek iki mısraı daha vardır.
“Ol hâbda biz kûyunu kavga ile geçtik”
Nâilî bu mısraı başka bir vesile ile söylüyor. Fakat ben ilk işittiğim günden beri onu daima bir hakikat
istiaresinin altına kazılmış sanırım.
“Lutf u kerem-i Hazret-i Mevlâ ile geçtik”
mısraına gelince: ağır başlı ritmi ile şüphesiz ki bütün bir terbiye, zevk ve hayat görüşüdür. Eski şiirimiz, bütün şark sanatları gibi ömrün yalanı içinde, kısa ve zengin bir bahar olmak isterdi.
Onun için mevsimler içinde bahar en çok sevdiği mevsimdi. Âdeta şiirin tabiî iklimi bu mevsimdi,
Nâilî divanı bu mevsimi gözümüzün önüne yer yer bir halı gibi serer
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
IV
Eczâmızı her rîk-i beyâbân-i gam etsek
Cânâna giden nâme-i hicrâna dökülsek
Vezni: Mef’ûlü Mefâilü Mefâîlü Feûlün
Günümüz Türkçesi
Vücudumuzun zerrelerini gam çölünün kumu haline getir-sek, (yani ölsek de), sevgiliye giden ayrılık mektubuna rıh diye dökülsek.
İzahlar:
Beyâbân-i gam: (f. is. t.) Gam çölü.
Rîk-i beyâbân-i gam: (Zincirleme f. is. t.) Gam çölünün kumu.
Nâme-i hicrân: (f. is. t.) Ayrılık mektubu, ayrılık acılarını bildiren mektup.
Rîk, Farsça, kum demektir. Eskiden, mürekkeple yazılmış olan bir yazıyı kurutmak için üstüne ince kum dökerlerdi. Buna ruh denirdi ki, “rik”in bizim dilimizde aldığı şekildir.
V
Nâyın ki çıkar zemzeme sûrâhlarından
Bülbüller öter sanki gülün şâhlarından
Vezni: Mefûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün
Günümüz Türkçesi
Neyin deliklerinden nağmeler çıkınca gülün dallarından bülbüller öter sanılır.
İzah
Bu beytin kafiyeleri olan sûrâhlarından ve şâhlarından kelimelerin râh ve şâh hecelerini, vezinde birer kapalı ve birer açık hece karşılığı olacak surette uzatarak okumak lâzımdır.
VI
1. Bahârı neyleriz ol gül-izâr-i gonce-femin
Gülüp açılması bin nevbahâra değmez mi
2. Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin
Cihan cihan elem-i intizâra değmez mi
Vezni: Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fa’lün)
Günümüz Türkçesi
1. Bahar bizim nemize gerek! O konca ağızlı ve gül yanaklı güzelin gülüp açılması bin ilkbahara değmez mi?
2. Ey Naili! Geceleyin o ay yüzlü güzelin adım adım gelişi, adımlarının sesi, dünyalar kadar bekleme elemine değmez mi?
İzahlar
1. Gül-izâr: (f. St.) Gül yanaklı.
Gonce-fem: (f. St.) Konca ağızlı.
Gül-izâr-i gonce-fem: (f. s. t.) Ağzı koncaya benzeyen gül yanaklı güzel. Bu sıfat tamlamasında gül-izâr sıfat takımı, bir isim gibi, yani, bu vasıfta olan güzel yerine kullanılmış, gonce-fem sıfat takımı da onun sıfatı olmuştur.
2. Elem-i intizâr: (f. is. t.) Bekleme elemi.
Evvelce de birçok defalar geçtiği ve izah edildiği veçhile, ay demek olan Farsça mâh ve onun hafifletilmiş şekli olan meh kelimesi, şairler tarafından, istiâre olarak, yüzü aya benzeyen güzel ve sevgili manalarında kullanılır. Bu beyitte gece kelimesinin bulunması dolayısıyla mehin kullanılışı bilhassa münasebetli düşmüştür.
VII
Ey Nâilî hamûşî mahz-i hikemdir ammâ
Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince
Vezni: Mefûlü Fâilâtün Mefûlü Fâilâtün
Günümüz Türkçesi
Ey Naili! Susmak, akıllılığın, kendini bilmenin ta kendisidir üstatlar şiir söyleyince böyle söyler işte!
İzahlar
1. Mahz-i hikem.(f. is. t.) Hikmetlerin halisi; akıllılığın, filozofluğun ta kendisi. Mahz kelimesi, Arapçada, halis, sade, sırf, has manalarında bir sıfat olmakla beraber isim gibi de kullanılarak, burada olduğu gibi isim tamlananın tamlayanına tamlanan olur.
Bu beyitte üstâd kelimesinin “tâd” hecesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak surette uzatarak okumak lâzımdır.
Bu beyit, san’atına ve değerine emniyeti olan Nâilî’nin bir öğünmesidir.
N.H.ONAN

NÂ’İLÎ HAYATI
Divan şiirinin ve sebk-i Hindî akımının önde gelen isimlerinden OLAN İstanbullu olup asıl adı Mustafa’dır. XIX. yüzyıl şairlerinden Manastırlı Nâilî’den ayrılması için Nâilî-i Kadîm diye anılır. Maden Kalemi kâtiplerinden Pîrî Halîfe’nin oğlu olduğundan Pîrîzâde olarak da bilinir (Sicill-i Osmânî, IV, 529). Babası gibi Maden Kalemi’nde çalıştı ve bu dairede serhalifeliğe kadar yükseldi. Bu memuriyette iken ömrünün son yıllarında bilinmeyen bir sebeple Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa tarafından sürgüne gönderildi. Bir kasidesinden bir müddet sonra İstanbul’a döndüğü öğrenilmektedir. Öğrenim derecesi bilinmemekle beraber şiirlerinden zamanın ilimlerine vâkıf olduğu anlaşılmaktadır. Şiirlerinde hayatının zorluk ve sıkıntılarla geçtiğini söyleyen şair geçimini sadece maaşı ile sağlamış olmalıdır. Anne ve babasını genç yaşta kaybeden Nâilî’nin bir kardeşi olduğu onun ölümü üzerine yazdığı bir mersiyeden anlaşılmaktadır. İstanbul’da vefat eden şairin Kandilli’deki Sünbülî Dergâhı’na gömüldüğü ve sonradan günümüzde ortadan kalkmış olan Beyoğlu Kabristanı’na nakledildiği belirtilmektedir (Tuman, s. 1001).

Türk edebiyatı tarihinin ilginç şairlerinden biri olan Nâilî sebk-i Hindî üslûbunun da öncülerindendir. Süslü ve debdebeli bir dille yazdığı şiirleri Farsça kelimelerden oluşan ağır terkiplerle yüklüdür. Çoğunda nesîb kısmı bulunmayan kasideleriyle tanınan şair bunlarda devrin toplumsal hayatından az-çok kesitler aktarır. Şairin dinî içerikli şiirleri daha çok kaside formunda olup “Eder” redifli na‘tı bunların en güzellerindendir. IV. Murad, Sultan İbrâhim ve IV. Mehmed dönemlerinde yaşayan Nâilî bu padişahların üçüne de kaside sunmuştur. IV. Murad’a takdim ettiği bir methiyede sultanın Bağdat seferini tamamlayıp İstanbul’a dönüşü münasebetiyle kaleme alınmış olup ondan maddî ve mânevî himaye beklediğini belirtir. Edirne’de iken IV. Mehmed’e “şitâiyye” kasidesini yazarak bir anlamda İstanbul’a geri dönme konusunda kendisinden yardım istemiştir. Devlet büyüklerinden en fazla Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’ya kaside takdim eden Nâilî sadrazam, şeyhülislâm, vezir, reîsülküttâb, defterdar, rûznâmeci, silâhdar gibi devlet büyükleri için yirmi yedi kaside yazmıştır. Şairin Halvetî tarikatına mensup olduğu, divanında yer alan “halvetîleriz” redifli gazeliyle Gülşenî isminin anıldığı beyitlerinden anlaşılmaktadır. Gazelleri ve özellikle müseddeslerinde tasavvufî terimler yer alır.
Nâilî öncelikle bir gazel şairidir. Bu alanda Fehîm-i Kadîm’den etkilendiği ve İzzetî Mehmed Efendi ile Mustafa Sâmi Bey’i etkilediği bilinir. Ayrıca İsmetî’ye nazîreler yazmıştır. Nâilî şiirlerinde ince ve derin mânaya sözden daha çok önem verir. Konularını dış dünya yerine geniş hayal dünyasından alır. Hayallerini ifade ederken soyut unsurları kullandığından şiirlerinin ilk bakışta anlaşılması zordur. Onun şiirlerinde devrindeki üzücü olayların hassas ruhunda meydana getirdiği üzüntüleri, maddî sıkıntıları, kadrinin bilinmeyişini, yer yer dünya nimetlerinden kopamamanın çırpınışını ve aşkın hüznünü görmek mümkündür. Nâilî’nin şiirlerinde en çok görülen sanat mübalağa, telmih ve tezattır. Eski mazmunların yetersiz kaldığı durumlarda yeni mazmunlar arama çabasına girmiş, şiirlerinde “hikmet-âmiz” söyleyişlere de yer vermiştir. Müseddes formunda yazdığı şiirlerinde acılarını ve ıstıraplarını dile getirmiştir. Tahmîs, terkibibend, müstezad, şarkı, rubâî, kıta nazım şekillerinde şiir yazmış olan Nâilî, kasidelerinde ve diğer şiirlerinde görülen ağır ve süslü üslûbun aksine şarkılarında sade bir dil kullanmış, yerli ve mahallî söyleyişlere yer vermiştir. Öğrencilerinden Hâfız Post birçok güftesini bestelemiştir.
Nâilî divanını bizzat tertip etmiş, Halûk İpekten, eserin otuz bir yazmasını karşılaştırarak tenkitli metnini yayımlamıştır (İstanbul 1970). Divanda otuz yedi kaside, terciibend şeklinde yazılmış bir mersiye, bir terkibibend, dört müseddes, Şeyhülislâm Bahâî Mehmed Efendi’nin gazeline yapılmış bir tahmîs, 390 gazel, bir müstezad, on sekiz kıta, sekiz rubâî, beş müfred, on bir şarkı ve altı tarih yer almaktadır. Matbu nüshasında (Kahire 1253) kasideler, tarihler, rubâîler, şarkılar, kıtalar ve şairin kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiye yer almadığı gibi gazeller de eksiktir.
BİBLİYOGRAFYA
Nâilî-i Kadîm Divânı: Edisyon Kritik (haz. Halûk İpekten), İstanbul 1970; Rızâ, Tezkire (nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1316, s. 95-96; Güftî ve Teşrîfâtü’ş-şuarâsı (haz. Kâşif Yılmaz), Ankara 2001, s. 228-230; Safâyî, Tezkire (haz. Pervin Çapan), Ankara 2005, s. 581; Sicill-i Osmânî, IV, 529; Osmanlı Müellifleri, III, 529; Fâik Reşad, Eslâf (haz. Şemsettin Kutlu), İstanbul 1975, s. 231; Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî (haz. Cemâl Kurnaz – Mustafa Tatcı), Ankara 2001, s. 1001; Halûk İpekten, Nâilî: Hayatı, Sanatı ve Şiirlerinden Seçmeler, Ankara 1986; a.mlf., Nâilî: Hayatı, Sanatı, Eserleri, Ankara 1991; a.mlf., “Nâilî”, İA, IX, 41-44; Ayşegül Mine Yeşiloğlu, Nâ’ilî-i Kadîm Dîvânı’nın Tahlîli (doktora tezi, 1996), Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., “Edirne Selimiye Kütüphanesi’nde Bulunan Nâ’ilî-i Kadîm Dîvânı’nın Bir Nüshası”, Türk Edebiyatı, sy. 292, İstanbul 1998, s. 56-57; İbrahim Kutluk, “Nâilî-i Kadîm’in Sanatı ve Kişiliği”, TDAY Belleten (1963), s. 269-305; Mehmed Çavuşoğlu, “Divan Şiiri”, TDl., LII/415-417 (1986), s. 1-16; Mustafa İsen, “Edebiyatımızda Soyut Bir Akım: Sebk-i Hindî ve Bir Temsilcisi, Nâ’ilî”, Polemik, sy. 2, Ankara 1992, s. 20-21; Ahmet Mermer, “Sebk-i Hindî ve Hayal Atlaması”, Yedi İklim, III/26, İstanbul 1992, s. 26-27; W. Feldman, “The Celestial Sphere, The Wheel of Fortune, and Fate in the Gazels of Nâ’ilî and Bâkî”, IJMES, XXVIII (1996), s. 193-215; Halil Toker, “Sebk-i Hindî (Hind Üslûbu)”, İlmî Araştırmalar, sy. 2, İstanbul 1996, s. 141-150; E. G. Ambross, “Nāʾilī”, EI2 (İng.), VII, 916-917.

(Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2006 yılında İstanbul’da basılan 32. cildinde, 315 numaralı sayfada yer almıştır. )