• Nisan 25, 2024

BARIŞ OLSUN ARTIK!

BySemih Hasançebi

Eyl 14, 2020

     Kesin, diye haykırdı işçilere; ağarmış saçlara, kara sakallara sahip uzun boylu, iri yapılı adam. Ayağındaki dizine kadar olan sarı plastik çizmeler oldukça büyük görünüyordu. Sert bakışları, hayattan zevk almaz yüz ifadesiyle oldukça ürkütücü görünürken kalın sesiyle etrafa emirler yağdırırken onu izleyen biri korkarak kaçabilirdi bile. Olduğu yerde durdu, etrafı inceledi bir süre. Ağzında biriktirdiği tükürüğü dilinin ucuna getirip yanındaki solmak üzere olan çalılığa tükürdü. Sonra burnunu çekti ve ufka dikti gözlerini. Gün batıyordu. Güneş kızıl rengiyle bulundukları yere görünmez olurken onlar da işlerini o günlüğüne bitirmek için toparlanmaya başlayacaklardı. Kısa bir şekilde süzdü önündeki iş makinelerini. Hepsi harıl harıl karıncalar gibi çalışıyorlardı. Bir yandan yaklaşık iki gün öncesine kadar orada olan ormandan geriye kalan ağaçları kesip, ormanın izlerini yok ediyor; diğer yandan ise boş kalan araziye yapacakları binaların temellerini atıyorlardı. Binanın temeli bitince üzerine atılacak katlar için de malzemeler yarına inşaat alanında olurdu.

     Ellilerine merdiven dayamış olan bu adam, doğa ve insanoğlu arasındaki savaşın basit bir karakteriydi sadece. O bir tek ona söyleneni yapıyordu elbet. Başında maaşını veren bir patronu vardı. Ve altında çalışan yirmi kadar işçi. Kendine paha biçilen bu hayatta başka ne yapabilirdi ki? Bakması gereken çocukları, bir eşi ve başlarını sokacak kadar bir evleri vardı. Bir hayatı vardı. O sadece küçücük bir askerdi bu savaşın içinde. Yeşil üniformalı, en önde yürütülen asker.

     Bir ağaç daha kesiliyordu… Bir ağacı daha kesiyorlardı. Yine yeniden dünyayı, yaşam alanlarını sona itiyorlardı… Ne yaptığından habersiz, bilinçsiz insanoğlu ağaç kesmeye cesaret ediyordu. Tüm yaşam kaynağı olan oksijenin esas kaynağını yok ediyordu. Bu insanoğlu gerçekten çok cesaretli olmalıydı. Ağaç kesecekti, yerine beton koyacaktı. Çünkü beton para demekti. Peki, para ne demekti?

     İri yapılı, balıkçı şapkalı, yağmurluk giyen ustabaşı yürümeye başladı. Önüne çıkan ilk işçiye “Bugünlük bu kadar. Durdurun çalışmaları. Herkes evine.” dedi. İşçi ise bir günün daha bittiğine, maaş gününe bir gün daha yaklaştığına sevinerek içindeki mutluluğu yol arkadaşı yaparak çalışma sahasına ilerledi. O arkadaşlarına eve gidebileceklerini haber verirken ustabaşı yürümeye devam etti. Düşünce dünyasını o gün havadan sudan boş tantanalar yerine yaptığı meslek doldurdu. Ailesinin boğazını doyuracak miktarda bir maaşı vardı, amenna. İşçileri iyi de yönetebiliyordu. İş ayrımı yapıyordu. Duvar örüyordu. Her şeyi kontrol ediyordu. Ay sonunda maaşını alıyordu vesaire…

     Kestiği ağaçlar; yuvalarından ettiği sincaplar, kuşlar geldi aklına. Seri attığı adımlar inme inmiş gibi durdu bir anda. Kendi evlerini yıkıp yerine gökdelen dikmek isteseler ne olurdu acaba? Ne olacak, sokakta kalırdı, aç susuz. Yavruları donardı soğuktan. Sonra tekrar düşündü. Bu sefer kendini teselli etmek için: kime ne zararları vardı ki, evlerini yıksınlar? İlerlemeye devam etti. Yürüdü, yürüdü. Ve bir anda durdu, yeniden. Hayvanların, onlara ne zararı vardı?

     -Allah Allah! Neler düşünüyorum bugün? Tövbe tövbe, diyerek kendince düşüncelerine son verdi. Yirmi saniyelik bir yatıştırmaydı bu. Yirmi yıllık ömrü kalan bu dünya için fazlaydı bile! Bir silkindi, kafasını kamyonetine çevirdi. Hızlı adımlarla kamyonetine ilerlerken ceplerini yokladı, aracının anahtarları için. Yağmurluğunun sağ cebinde bulduğu anahtarı çıkardı ve araca bindi. Arabayı çalıştırırken düşündüğü tek şey gidecek olduğu uzunca yoldu. Karşılaşacak, karışacak olduğu trafik de barizdi. Yapacak bir şey yoktu. Çevirdi direksiyonu, girdi yola. Eve gidip kanepesine yayıldığı gibi uyumalıydı.

     Güneş yine batıyordu. Bir daha doğacak mıydı kim bilir. İnsanlık ona emanet edilen doğaya sahip çıkıyor muydu? Ona ne şüphe? Gayet güzel faydalanıyordu doğadan. Ama tabiatın, iyiliği için değil. Birkaç parça kâğıdın fazlalığı için faydalanıyordu tabiat anadan. Birkaç parça kâğıt için doğayı öldürüyordu. Ne yazıktı. Sigara içmek gibi, yavaş yavaş sonunu hazırlıyordu insanoğlu. Öksürmeye başladığında önemsemeyecekti elbet, geçicidir diye. Fakat çözümü olmayan bir kanser hücresine sahip olduğunu öğrendiğinde ne yapacaktı? Bu da merak konusuydu.

     Bu sefer sırılsıklam, terler içinde koşuyordu ustabaşı olan iri adam. Sakalı dahi sırılsıklam olmuştu. Alnında biriken soğuk ter damlalarıyla bir o yana bir bu yana koşuyor, dertli dertli bağırıyordu çaresizce.

     -Yardım… Yardım edin!

     Az önce girdiği markette gördüğü herkese hangi yılda olduklarını sormuştu. Sonra cevaptan tatmin olmayarak caddedekileri durdurup sormuştu. Herkesin yüzünde maske vardı. Hava oldukça boğuktu, kirliydi. Oksijen oranı düşüktü. Nefes almak oldukça zordu. Uykusundan uyandığında görmek istediği, sıradan karşılayacağı o dünyaya uyanamamıştı. Bir alarmla uyanarak kalkmayı, üzerini değiştirip geçiştirici bir kahvaltı etmeyi ve işe gitmeyi planlamıştı. Fakat karşılaştığı manzara beklediği, planladığı gibi değildi. Ona çok uzaktı. Üstelik olması gereken yılda da değildi. On yıl sonrasının tarihini veriyordu herkes… Delirmiş olamazdı, değil mi? Kafayı yemiş olamazdı! On yıl boyunca uyumuş da olamazdı. Peki ya neydi tüm bu yaşadıkları? Anlam veremiyordu.

     -Affedersiniz, neler oluyor? Nedir bu yaşananlar?

     Sokak ortasında kolundan tutup kenara çektiği genç bir delikanlıya yöneltmişti bu soruyu. Okuyor herhalde, diye düşündü önce. Onun da bir maskesi vardı. Beyaz bir maske. Muhtemelen bu kirli havadan korunmak içindi.

     -Anlıyorum efendim, telaş içindesiniz. Ancak yapacak bir şey yok. Tek yapmamız gereken doğaya daha fazla zarar vermemek. Durmak… Alışın efendim. Dünya’nın sonu geliyor.

     Ustabaşı delikanlının verdiği cevapla afalladı. Ne demek istemişti, pek de anlayamamıştı. Doğaya zarar vermemeliymişiz artık… Durmalıymışız… Neydi tüm bunlar? Ne yapmışlardı ki?

     -Anlayamadım evladım. Nedendir tüm bu olanlar?

     -Doğa bizimle olan savaşını kaybetti efendim. Anlayamayacak ne var? Geçen sene ocak ayında birden artıverdi hava kirliliği. Araştırdılar. Dünya üzerinde fazla ağaç kalmamış. Tek tük. Birkaç ağaç ne yapar efendi şu koca insanoğluna? Nasıl temizler havayı? Kaldırdık başımızı, biz üstünüz dedik. Tabiat ana susturdu bizi efendim. Bir cesarettir aldı götürdü bizi. Anamızın toprağındaki köklerini kuruttuk. Yerine beton diktik efendi, beton. Şimdi çekiyoruz cezamızı. Dünyamızın sonu yakındır. Ne su kaldı derede, ne de balık kaldı denizde. Sen de al tak bir tane maske de, son günlerinde zorluk çekme fazla, diyerek yoluna devam etti delikanlı. Ustabaşı ise az önce eline tutuşturulmuş beyaz maskeye bakakaldı…

     Yeniden yürümeye başladı ustabaşı. Az yürümedi. Düşüncelerin içinde yürüdü tüm yol boyunca. Ayaklarının ağrısını hissetmiyordu bile. Ne olmuştu bu dünyaya. “Ölümlü dünya” diyerek söz ettikleri dünya gerçekten ölüyordu? İnsanoğlu yüzünden… kestikleri o ağaçlar, yuvalarından ettikleri o hayvanlar ve kullandıkları kimyasallar yüzünden. Toprak anaya, tabiata savaş açtıklarından, suyu israf ettikleri, duyarsızca eğlence yaptıklarından dolayı. Bunu biri çıkıp söylese, “Hadi oradan!” diyerek dalga geçerdi belki de. Ancak bu gördükleri neydi? Neler yaşıyordu böyle? Hiç mi geri dönüşü yoktu?

     Batmakta olan Güneş’e dikti gözlerini. Yine güneş batıyordu. Yeniden doğacak mıydı? Belki evet, belki hayır. Yarın ne olacaktı? Yaşamaya devam edebilecekler miydi? En doğrusu: Dünya var olacak mıydı yarın?

     -Barış… Barış olsun artık! Durun! Yapmayın! Kesmeyin o ağacı!

     Bağırarak kalktı yattığı yerden. Aynı gördüğü rüyadaki gibi sırılsıklamdı. Gözleri ardına kadar açılmış etrafı inceliyordu. Neredeydi? On yıl sonrasında mı? Maske takacak mıydı? Tabiat ana, iyi miydi? Dünya yaşayacak mıydı? Karşısındaki simsiyah kare kutuda bir mizah programı açık kalmıştı. Bir iki komedyen sohbet ediyor, seyirciler ise bu sohbetin belirli kısımlarında sessiz kalamayarak kahkahalarıyla programı süslüyorlardı. Onda durdurdu gözlerini biraz. Sonra televizyonun üstündeki çeyizlik dantele baktı, televizyon ünitesine, karşıdaki ikili koltuğa ve en son perdenin aralığından yüzüne ışığı vuran güneşe çevirdi bakışlarını.

     Güneş doğuyordu. Yine doğuyordu. Yeniden başlıyordu bir gün daha ama bugün ne olursa olsun ağaç kesmeyecekti. Barış olsun istiyordu, barış olmalıydı. Dünya barışı gibiydi, tabiatla insanoğlu arasındaki ilişki. Herkesin birbirine ihtiyacı olduğu gibi, insanoğlunun doğaya ihtiyacı vardı. Tek farkı şuydu ki: insanoğlu tabiatla savaşamazdı. Ancak sığınabilirdi ona. Çünkü insan doğadan gelmişti. Nasıl olur da kendisine saldırabilirdi ki? Barış olmalıydı. Çiçekler gülmeli, ağaçlar dallarını sarkıtmalıydı. Kuşlar ötmeli, kuzular melemeliydiler. Yoksa toz toprak götürürdü dünyayı. Herkesin öldüğü yahut ağır yaralandığı bir savaş alanında olduğu gibi…

Elif KAPLAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.